Antagonizm Teorisi
Gelirlerin paylaşılmasında
işverenle işçinin rakip durumda olduklarını iddia eden teoridir.
Ricardo'ya göre, ücretle kârın kaynağı aynı olduğundan, bu gelirlerden
birini artırmak diğerinin azalmasıyla mümkündür.
Paul Leroy-Beaulieu, bu teorinin statik karakterine dikkati çekerek
hasılanın sabit olmayıp değiştiğini; üretimden işçi ve işverenden başka
kimselerin de pay aldıklarını vurgulamış ve antagonizmin zannedildiği
kadar katı olmadığını belirtmiştir.
Emperyalizm
Emperyalizm, imparatorluk kurma
eğilimidir; bir devletin sınırlarını genişletme politikasına denir.
Emperyalizm, aynı ekonomik ve sosyal bütün içinde etnik ve kültürel
bakımdan farklı halkların, merkezi bir iktidarın otoriter yönetimi
altında bir araya getirilmesi eğilimini ifade etmektedir.
Avrupa Ülkeleri 16. yüzyıldan itibaren özellikle merkantilist akımın
etkisi ile yoğun bir sömürgecilik faaliyetine girişmişlerdir. Sanayi
Devrimi, sömürgecilik ihtirasını artırmıştır.
Sömürgelerin ucuz ve devamlı hammadde temin etmeleri ve sanayi mamulleri
için de sürüm alanı olması, ekonomik bakımdan emperyalist ülkelere büyük
yararlar sağlamaktaydı. Bununla birlikte sömürgecilik yoluyla büyük
kârların sağlanması ile Avrupalı işçilerin refah seviyesi artmakta,
işsizlik ihtimalleri azalmaktaydı.
Modern çağların ürünü olan ekonomik emperyalizm, hammadde ve ticari
sürüm alanlarının aranmasından doğmuş, merkantilist ve kapitalist çağla
beraber ortaya çıkmıştır. Her imparatorluk ve her emperyalizm sömürgeci
olmasa bile, imparatorluk yani emperyalizm olayı ile sömürgecilik
arasında sık sık rastlanan bir bağ vardır. Nitekim 19. yüzyıldan beri
Avrupa Ülkelerinin ekonomik gelişmesinde sömürgeciliğin önemli bir rol
oynadığı gerçektir. Ancak kapitalist sistemin ayakta durmasını sağlayan
tek unsur sömürgecilik olmamıştır. Bunu, daha çok bilim-teknoloji ve bu
alanlardan yararlanma, sağlamıştır.
Çartizm
1838 yılında İngiltere'de ortaya
çıkmıştır. İşçi sınıfına ve dolayısıyla tüm topluma tanınacak bir seçme
hakkının çok şeyi değiştirebileceği inancı yaygındı. Ama bu da yetmezdi.
Çünkü milletvekillerine belirli bir ücret verilmezse yalnızca serveti ve
yeterli geliri olanlar milletvekili olabilirlerdi. Milletvekili
ödeneklerinin yüksek olmasını, Avrupa'da hemen her zaman sol partiler
savunmuşlardı. Çartist hareketin toplumsal ekonomik modeli ise,
kooperatiflere dayanıyordu.
Chicago Okulu
Chicago Üniversitesi'nde kurulan
bir ekonomi okuludur. Bu okulun bir numaralı temsilcisi Milton
Friedman'dır. Daha önce Chicago Okulu ifadesi üniversitenin siyaset
bilimi ve sosyoloji konularında ün yapan öğretim üyeleri için
kullanılıyordu.
Chicago Ekonomi Okulu'nda piyasa ekonomisinin en kuvvetli savunucuları
toplanmıştır. Rekabet koşullarının muhafaza edilmesini ve monopolcü
eğilimlerin önlenmesini savunmaktadır. Altın fiyatlarının serbest
bırakılmasını, esnek kambiyo kurları uygulanmasını da savunmuştur. Para
konusuna ağırlık veren bu okul, piyasa dengesini yalnız moneter
tedbirlerle sağlamanın mümkün olduğunu savunmaktadır.
Chicago okulu ekonomik sistemin felsefesi, ekonomi siyaseti tercihleri
ve kavramı ile ilgilenmiştir. Bu felsefenin en önemli özelliği, ana amaç
olarak kişisel özgürlüğe ağırlık vermesidir. Bu bakımdan gelir
dönüşümündeki eşitlik üzerinde duran bir çok ekonomistten ayrılmaktadır.
1928'den 1960'lı yılların sonlarına kadar Chicago Üniversitesi'nde
profesörlük yapmış olan Frank Hü Knight kişisel özgürlüklere önem
vermiştir. Chicago Okulu'nun ekonomi politikasını üç noktada toplamak
mümkündür:
Ekonomik faaliyeti en iyi şekilde organize etmek için bu iş rekabetçi
piyasalara terk edilmelidir.
Ekonominin devlet tarafından yönetiminin bir çok şekillerine
karşıdırlar.
Bir ülkenin para sisteminin çok önemli olduğuna inanmaktadırlar.
Colbertizm
XVII. yüzyıl Fransa'sında,
Colbert'in uyguladığı ulusal ekonomik politikaya verilen ad. Bu görüşe
göre, maden kaynakları, Fransa'nın siyasal, ekonomik ve askeri gücünü
etkileyecek bir öneme sahipti. Devletin elindeki maden varlığını
arttırmak için, dışalıma yönelmek gerekirdi.
Dış ticaret dengesi, gerekirse savaşa ve zora başvurarak ele geçirilecek
kaynaklarla kurulmalıydı. Bu görüş, devletin büyük şirketleri, yönetimi
ve denetimi altında tutmasını savunuyordu. Deniz ticaretine,
sömürgeciliğe önem veriyordu. Devlet, gümrük tarifelerini düzenlemeli,
açtığı okullarda uzman ve teknisyen yetiştirmeliydi. Colbertizm,
Fransa'da merkantilizmin özel bir uygulama biçimi olarak belirmiştir.
Doğal Ekonomi
Üretim faaliyeti sonunda ortaya
çıkan ürünün, değişim konusu yapılmadan, doğrudan üretime katılanlar
arasında paylaşıldığı ekonomik düzendir. Derebeylik düzeninin toprağı
işleyen köleleri elde ettikleri ürünün bir kısmını toprak sahibine
verir, kalanı da kendi aralarında bölüşürlerdi. Bu toplum düzeninde
piyasa ve para yoktur. Dışa da kapalı olan doğal ekonomi düzeninin üç
belirleyici özelliği vardır:
Tarıma dayalı bir ekonomik düzendir,
Paranın kullanılmadığı bir düzendir,
Sanayi öncesi bir toplum düzenidir.
Doğal ekonomi kavramıyla doğal düzen (natural order) kavramını
karıştırmamak gerekir. "Doğal düzen", 18. yy'ın ortalarında
Fizyokratların geliştirdiği düşünce sistemi içinde yer alır.
Fizyokratlara göre kaynağını Tanrı'dan alan doğal düzenin işleyişine
devlet karışmamalıdır. "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler"
özdeyişi ilk kez bu iktisatçılar tarafından ortaya atılmıştır.
Fizyokrasi
Fizyokrasi, insan toplumlarının
tabii kanunla yönetilmesi demektir. Tabii kanun felsefesinin düşünce
dünyasına egemen olduğu 18. yüzyılda, Fransa'da gelişen bir okul da bu
adla anılmaktadır. Okul mensupları, "fizyokratlar" diye tanımlanır.
Okulun önde gelen temsilcisi Dr. F. Quesnay’nın eserlerinden biri, Droit
Naturel, yani "Tabi Kanun" başlığını taşımaktadır.
Çağlarında çok kısa bir süre etkili olmakla beraber, Fizyokratlar,
iktisadi düşünce biçimlerine getirdikleri yeniliklerle bugün de
anılırlar. İktisadi düzenin işleyişini, soyutlama yöntemi ile kurdukları
bir model çerçevesinde anlama çabaları, toplumu işlevlerine göre
birbirinden ayırmaları, servetin kaynağını mübadele değil üretim
sürecinde aramaları, tarım üretimini düşünce sistemlerinin merkezi
yapmaları, başlıca özellikleri arasında sayılabilir.
Fizyokratlar, anlaşma, girişim ve ticaret özgürlüğü ya da özel mülkiyet
gibi, liberal anlayışın temel ilkelerini savunurken, bu savlarını tabii
kanun felsefesinden çıkarıyorlardı. Bu reformcu fikirleri ile de, 1789
Fransız İhtilâli arifesinde, monarşiye ve merkantilist politikanın
Fransa’da yarattığı olumsuz etkilere karşı çıkmış oluyorlardı.
Kurdukları soyut modelden çıkardıkları vergi politikası önerileri
özellikle önemliydi; çünkü, dönemin Fransa’sındaki büyük toprak
sahiplerinin vergi ödemesi gereken tek toplum sınıfı olması gerektiği
sonucuna varıyorlardı. Oysa, gerçekte kral, kilise ve soylular gibi
büyük toprak sahipleri de hiç vergi ödemezken, kiracı çiftçiler ve
köylüler ağır vergi ödemek zorunda bulunmaktaydılar.
Fizyokratların düşünce sisteminin açıklanmasında bir tıp doktoru olan
Dr. F. Quesnay’nın (1694-1774) "Tableau Economique" adlı eserinin özel
bir yeri vardır. Ayrıca, bu eserin günümüzde kullanılan girdi-çıktı
tablosunun öncüsü sayılması, esere bir diğer açıdan da önem
kazandırmaktadır.
Tableau Economique, temelde üç toplum sınıfına dayanır:
Toprak sahipleri, (dönemin Fransa’sında kral, kilise ve soylulardan
oluşur)
Toprakları birincilerden kiralayarak işleyen girişimci çiftçiler
Kısır sınıf, (hem zanaatkârları hem de tüccarlar ve mali sermaye
sahiplerini içerir).
Tableau’ya göre, gerçek anlamda üretken sınıf,
bunlardan ikincisi, yani girişimci çiftçilerdir; çünkü, çiftçiler
yarattıkları net (safi hasıla) ile kendi geçimlerini sağladıkları gibi,
toprak mülkiyetini elde tutanların (ya da bunların gelirine dayanarak
yaşayanlar) ve kısır sınıfın geçimini de sağlayabilirler. Oysa, kısır
sınıf, produit net yaratmazlar. Bu sınıfın bir bölümü olan zanaatkârlar,
produit net yaratmasalar da, üretim sürecinde kullandıkları hammaddelere
emekleri ile bir değer eklerler. Bu değer, kendi gelirlerine eşittir ve
tümüyle çitfçilere ödenen tüketim maddelerine gider. Bu sınıf, ayrıca,
tarım ürünlerine iyi bir fiyat sağlamak için gereklidir.
Kısır sınıfın diğer bölümü olan tüccarlar ve mali sermaye sahipleri,
hiçbir değer eklemedikleri için, geliriyle produit net’ten bir azalmaya
yol açarlar. Toprak sahipleri ise, tarımın yarattığı produit net’i
toprak rantı olarak ele geçirirler.
Produit net, bu modelde toplum sınıfları arasında
dolaşan bir çevresel akımla tanımlanırken, paranın rolü hiç
küçümsenmemiştir. Paranın sadece mübadele aracı oluşu değil, aynı
zamanda iktisadi faaliyet üzerindeki rolü de göz önünde tutulmuştur. Bu
bakımdan Fizyokratların, Merkantilistlerle Klasik Okul arasında bir
köprü oluşturdukları söylenebilir.
Fizyokratlar, bu soyut modelden, kendi açılarından önemli olan bir de
vergi politikası önlemi çıkarmışlardır. Bu, verginin tek olması ve
sadece toprak rantı üzerinden ödenmesidir. Düşünce sistemlerinde tek
üretken kesim tarım, tarımda yaratılan produit net’i ele toprak rantı
olarak geçirenler de toprak sahipleridir.
Produit net, tüketimden arta kalan pay olarak
tanımlanmaktadır. Öyleyse, diğer toplum sınıfları değil, toprak
sahipleri ele geçirdikleri rant üzerinden vergi ödemelidir. Bu sav, daha
sonraki birçok iktisatçı tarafından tekrarlanmıştır. Diğer yandan,
Fizyokratlar, serbest dış ticareti de savunmuşlardır. Ancak, bu savları
bir teoriye değil de tabii düzen anlayışlarına dayanmıştır. Dönemin
Fransa’sında, Merkantilist dış ticaret müdahalelerinin tarım ürünlerinin
iyi bir fiyat sağlamasını engellediğini anlamışlardır.
Okulun diğer önde gelen kişisi R. J. Turgot’dur; görüşlerini "Reşexions
sur la formation et distribution des richesses" (1766) adlı eserinde
açıklamıştır. Turgot, azalan gelir kanunu, toprak rantının doğuşu ve
kapital birikiminin kaynağı olarak, rantın önemi gibi, iktisatçıların
daha sonra uzun boylu inceledikleri konulara eğilmiştir.
Fizyokratlar, dönemlerinde çok kısa bir süre etkili olsalar ve tabii
kanun gibi pek soyut bir kavramdan yola çıksalar da, iktisat teorisinin
gelişmesine büyük katkılarda bulunmuşlardır.
Görünmeyen El Mekanizması
Serbest piyasa mekanizmasını
ifade eden bu kavram, Adam Smith tarafından ortaya atılmıştır. İktisadi
hayatta düzeni sağlayan ve hangi malların, kimler için, ne miktarlarda
üretileceği gibi temel ekonomik sorunları çözümleyen bir görünmez el
(serbest fiyat mekanizması) vardır. O nedenle hükümetler ekonomik hayata
müdahale etmemelidirler görüşü, Görünmeyen El Mekanizması'nın savunucusu
konumundaki Neo-Klasik iktisatçılar tarafından hararetle savunulmuştur.
Görünmeyen El Mekanizması sayesinde, ekonomide oluşan arz veya talep
fazlalığı erir ve piyasa tekrar denge noktasına geri döner. Görünmeyen
El Mekanizması talebin tamamiyle kırıldığı 1929 Büyük Buhranı esnasında,
piyasaları dengesizlikten kurtarmaya yetmemiştir, bir mekanizma olarak
çalışamamıştır.
Karma Ekonomi
Karma ekonomi, iki evrensel
ekonomik sistem olan "kapitalizm" ve "sosyalizm" arasında yer alan,
fakat özü itibariyle kapitalist sistemin özelliklerini taşıyan bir
ekonomik düzendir. Karma ekonomi düzeninin çağdaş kapitalizmin
uygulamada vardığı yeni bir aşama değil, tamamen bağımsız üçüncü bir
sistem olduğunu savunan görüşler de vardır.
Karma ekonomi düzenini benimseyenlere göre kapitalist düzen liberalizme
dayanmaktadır. Bu toplumsal görüşte kişinin hakları ve çıkarları her
şeyin üstünde tutulduğundan toplumun çıkarları ihmal edilmektedir.
Kapitalizmin karşısında yer alan "sosyalizm"de ise, toplumun çıkarları
her türlü kişisel çıkarın üstünde tutulmaktadır. Oysa "karma ekonomi"
düzeninde, anılan iki sistemin taşıdığı temel çelişkiler çözülmüş, yani
kamu yararıyla kişisel çıkar bağdaştırılmıştır.
Buna göre, kişi ne her şeyin üstünde tutulmakta, ne de topluma feda
edilmektedir. Ancak kişilerin çıkarlarıyla toplumun çıkarlarının
çatışması halinde toplumun çıkarları öncelik kazanmakta ve kişinin bazı
temel hakları kısıtlanmaktadır. Örneğin, kişinin mülkiyet ve miras
hakları, bazı durumlarda kamu yararı nedeniyle yasalarla
sınırlandırılmaktadır.
Karma ekonomi düzeninde hangi malların ne miktarda üretileceği, yani
kaynak dağılımı sorununun çözümünde, tüketici tercihleri esas
alınmaktadır. Fakat, kaynakların etkin kullanımı açısından, birçok
alanda piyasa fiyatlarının bu tercihleri doğru olarak temsil etmediği
görülmektedir. Bu durumlarda devlet, "toplum tercihlerine uygun üretimi
sağlamak gayesiyle piyasa mekanizmasını düzeltici" önlemler almaktadır.
Böylece, tekelleşmeyi önlemek, herkese çalışma olanağı sağlamak, gelir
dağılımındaki dengesizliği azaltmak, işçi-işveren ilişkilerini
düzenlemek gibi temel hedeflere yönelik önlemlerle, ekonominin istikrar
içinde büyümesini sağlama görevini yüklenmiş bulunmaktadır.
Gelişmekte olan ülkelerde sermaye, teknik bilgi, girişimci ve yetişmiş
işgücü kıtlığının yarattığı darboğazların kısa sürede aşılması için,
"planlı bir karma ekonomi" düzenine ihtiyaç duyulmaktadır. Kaynakların
israfını önlemek ve sosyal adalet içinde hızlı kalkınmayı başarmak için
başvurulan bu planlama, kamu kesimi için emredici, özel sektör içinse
yol gösterici bir nitelik taşımaktadır.
Örneğin, 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 166. maddesi,
"ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı, özellikle sanayinin ve tarımın
yurt düzeyinde dengeli ve uyumlu biçimde hızla gelişmesini, ülke
kaynaklarının döküm ve değerlendirilmesini yaparak verimli şekilde
kullanılmasını planlamak, bu amaçla gerekli teşkilatı kurmak" görevini
devlete vermiştir.
Türkiye'de uygulanan bu "planlı karma ekonomi" düzeninde, özel mülkiyet
ve girişim serbestisi, kişinin temel hakları olarak Anayasa'da
yeralmaktadır. Ancak devlet, kişi haklarını Anayasa ve bağlı yasalar
çerçevesinde, kamu yararı nedeniyle sınırlama yetkisine sahiptir.
Karma ekonomi doktrini, büyük ölçüde çeşitli ülkelerdeki uygulamaların
sonucunda ortaya çıkmış bir sentezdir. Tarihi gelişim içinde önce "karma
ekonomi" anlayışının farklı uygulamaları yaşanmış, daha sonra bu düzenin
düşünce sistemi gelişmeye başlamıştır. XX. yy'ın sonuna yaklaşılırken,
Türkiye dahil, dünya ülkelerinin çoğunda "karma ekonomi sistemi"
benimsenmiştir. Ancak, her ülkede düzeni belirleyen kurumların yeri ve
önemi değiştiğinden, sistemin "saf" şekline uyan örneğe rastlanmadığı
söylenebilir.
Keynes'çi Ekonomi
Keynes’çi ekonomi, İngiliz
ekonomisti John Maynard Keynes’in yapıtları çerçevesinde oluşan ekonomi
teorisi ve ekonomi politikasıdır. Keynes’in çok sayıda kitabı bulunmakla
birlikte, Keynes’çi ekonomi denildiği zaman onun "The General Theory of
Employment, Interest and Money" (1936) adlı kitabı temel alınmaktadır.
Buradaki fikirler ve analitik teknikler, yeni ekonominin veya “Keynes’çi
Devrim”in oluşmasını sağlamıştır.
Keynes, Adam Smith, David Ricardo, John Stuart Mill, Alfred Marshall ve
A.C. Pigou’dan kaynaklanan klasik ve neoklasik görüşlere karşı
çıkmıştır. Klasik ve neoklasik ekonomistlere göre, piyasa sistemine
dayanan özel girişim ekonomisi, yalnız tam istihdamda dengede bulunur.
Ekonomi, tam istihdamdan geçici olarak ayrılırsa, bazı kuvvetler
harekete geçip onu tekrar tam istihdama götürür.
Keynes’in genel istihdam teorisi, kapitalist bir ekonominin tam
istihdamın altında dengede olabileceğini ve klasik neoklasik ekonominin
bu genel teoride özel bir durum olduğunu varsaymaktadır. Keynes, klasik
neoklasiklerin bu özel durumunun gerçek dünyada uygulanmasının
felaketlere yol açacağını iddia etmiştir.
Keynes, kapitalizmin otomatik olarak kendi kendini ayarlayabilen
nitelikte olduğunu kabul etmemiş, laissez faire altında kronik, büyük
çapta işsizliğin meydana gelebileceğini öne sürmüştür. İşsizliği
hafifletmek için de pozitif maliye ve para politikalarının uygulanmasını
tavsiye etmiştir.
Keynes’çi ekonomi, genelde bir efektif talep teorisidir; hacmini ise iki
faktör belirlemektedir: Tüketim eğilimi ve yatırımın uyarılması. Tüketim
eğilimi, değişik milli gelir düzeylerinde tüketim miktarlarına ait
fonksiyonel bir ilişki demektir. Milli gelir arttığı zaman tüketim de
artacaktır; ancak tüketim artışı, milli gelirdeki artıştan az olacaktır.
Ek tüketimin ek gelire oranı, Keynes’in teorisinde önemli bir kavram
olan marjinal tüketim eğilimini vermektedir. İşadamlarının yatırım
uyarısı, bunların varolan sermayelerinin gelecekteki kârları hakkındaki
beklentileriyle ilgili olduğu kadar, yatırım için borçlanırken yüzde kaç
faiz verecekleri ile de ilgilidir.
Cari yatırım miktarıyla, beklenen kâr oranları arasındaki fonksiyonel
ilişki, “sermayenin marjinal etkinliği şedülü” ya da “yatırım talep
şedülü” adını alır. Herhangi bir dönemde yatırım, bir iskonto oranı
olarak ifade edilen sermayenin marjinal etkinliği ile faiz oranının eşit
olduğu noktaya kadar yapılır.
Milli geliri ve istihdamı belirleyen karmaşık ilişkiler arasında
yatırım, stratejik bir faktördür. Düşük yatırım düzeyleri beraberinde
düşük istihdam da getirmektedir. Yatırımdaki dalgalanmalar, istihdamda
ve gelirde çok daha şiddetli dalgalanmalara yol açmaktadır. Gelir
arttıkça, tüketimin artışına benzer bir şekilde otomatik yatırım
artışlarına rastlanmaktadır.
Yatırım, Keynes’in efektif talep teorisinde stratejik bir faktör
olmaktadır. Çünkü yatırım, tüketim mallarına harcanacak satın alma gücü
dağıttığı halde piyasaya arzedilen tüketici mallarına herhangi bir
katkıda bulunmamaktadır. Bir firmanın üretimini kârlı gördüğü tüketim
malı miktarı, üretilmekte olan yatırım malları miktarına bağlıdır. Çünkü
tüketim malları talebi iki yerden kaynaklanmaktadır: Tüketim malları
üretiminde istihdam edilenlerin gelirleri ve yatırım malları üretiminde
istihdam edilenlerin gelirleri.
Keynes’in teorisi, arzdan çok talep üzerinde durmaktadır. Cari
yatırımlar, efektif talep teorisinde önem taşımamaktadır, çünkü
gelecekteki üretim kapasitesine bir katkıda bulunmamaktadır. Yatırımın
bu teori içindeki önemi, ekonomiye satın alma gücü sağlamasıdır.
Piyasaya tüketim malı sağlamadan gelir sağlayan her faaliyet, efektif
talebin bir parçası olarak yatırımın fonksiyonunu yerine getirmektedir.
Örneğin, devlet tahvillerinden sağlanan para ile yapılan devlet
harcamaları, özel yatırım harcamaları gibi tüketim malı talebini
etkilemektedir.
Keynes’çi ekonomiyle en yakından ilgili olan program, telafi edici
maliye politikasıdır. Özel sektör tarafından meydana getirilen efektif
talep miktarı, tam istihdamın oluşması için yetersiz ise, bu yetersizlik
kamu sektörü harcamalarının artırılmasıyla telafi edilebilir,
dengelenebilir. Kamu harcamalarının arzu edilen etkiyi yapabilmesi için,
özel sektör harcamalarını azaltmayacak şekilde finanse edilmesi
gerekmektedir.
Kamu harcamalarının vergilerle finanse edilmesi arzu edilen bir
finansman yolu değildir; çünkü kullanılabilir (vergiden sonraki) geliri
ve dolayısıyla özel tüketimi azaltacaktır. Sonuç olarak kamu
harcamalarındaki artış, borç ile karşılanmaktadır. Kimden borç alınacağı
da önemlidir. Devletin bankalara borçlanması, kişilerden borç alınmasına
tercih edilmelidir; çünkü bankalardan alınan borcun özel sektör
harcamalarını azaltması ihtimali daha düşüktür. Bu şartlar altında
devlet bütçesinde meydana gelen açık, kamu harcamalarının özel
harcamaların yerini almaması için gerekli görülmektedir.
Keynes’çi ekonomi politikasında bütçe açıkları, özel sektör harcamaları
arzu edilen istihdam düzeyini oluşturmaya yeterli olmadığı sürece, arzu
edilen bir araçtır. Özel sektörün talebi canlı ve yeterli ise bütçe
açıklarına gerek yoktur. Bu takdirde devlet harcamalarının vergilerle
finanse edilmesi gerekmektedir.
Keynes’in teorisi ve politikası ABD’de Başkan Roosevelt’in ikinci
başkanlığı (1937-1941) sırasında, savaş ekonomisinde, 1946 İstihdam
Kanunu’nda, 1960’lı yıllarda, Kennedy ve Johnson’un başkanlıkları
sırasında yaygın bir şekilde uygulanmıştır. 1970’li yıllarda Keynes’çi
ekonomi, stagflasyondan dolayı artan eleştirilere hedef olmuştur.
Resesyonla enflasyonun bir arada yer alması, ekonominin Keynes’çi tedavi
yöntemleriyle sağlığa kavuşturulması konusunda bir ikilem yaratmıştır:
İşsizliği azaltmak için talep kamçılandığı takdirde enflasyon hızı
yükselecek, enflasyonla mücadele için talep daraltılmak istenirse
işsizlik artacaktı.
Keynes’çi teori ve politika, genel talep fazlasından kaynaklanan
enflasyonun ortadan kaldırılması amacıyla hazırlanmıştır. Bu nedenle,
petrol, gıda maddeleri gibi malların fiyatlarından kaynaklanan
enflasyona çözüm yolu bulma yönünden uygun değildir. Öte yandan,
maliyetlerin ittiği enflasyonla genel talep enflasyonunu birbirinden
ayırmak sanıldığı kadar kolay değildir.
Keynes’çi ekonomi, 1970’li yılların yarı durgun, enflasyoncu dönemine
gerekli çözümleri getirememiştir. Keynes’çi ekonomiye yöneltilen başlıca
eleştiri, bu ekonominin, politikaya uygulandığında enflasyona yol açtığı
yolundadır. Bu eleştiri, üç noktada ele alınmalıdır: Efektif talep
artışları başlangıçta istihdamı artırabilir. Ancak, belirli bir istihdam
düzeyinden sonra fiyatlar da önemli ölçüde artacaktır. Kritik nokta, tam
istihdam düzeyindeki işsizlik oranıdır ve bu oran %4 dolayındadır. Daha
düşük tutulduğunda da ücret ve fiyat artışlarına yol açmaktadır.
Keynes’çi politikalar sayesinde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki
depresyonlar ortadan kaldırılmıştır ama, bu depresyonlar enflasyona da
yol açmıştır. Çünkü Keynes öncesi dönemlerde depresyonlar, piyasaya
yönelik ekonomilerde, fiyatların denetlenmesini sağlıyordu. Uzun dönemli
enflasyon, depresyonları ortadan kaldırmanın bedeli gibi gözükmektedir.
Başarılı bir maliye politikasının gerektirdiği esneklik, siyasal
bakımdan sağlanamayabilir ya da öylesine gecikmeli bir politik süreç söz
konusu olur ki, sağlam mali politikalar etkinliklerini yitirebilirler.
Vergi oranlarını artırmak, bu oranları düşürmekten, kamu harcamalarını
azaltmak da bunları arttırmaktan daha zordur. Bu siyasal şartlar,
Keynes’çi türdeki maliye politikalarına enflasyoncu bir etki katar.
Gerçekte bu faktör, yalnızca Keynes’çi ekonominin değil, siyasal
demokrasinin de zayıf bir noktası sayılmalıdır.
Keynes’çi maliye politikalarına en önemli eleştirileri monetarist akım
yöneltmiştir. Monetaristlerin politikası para miktarında sürekli, fakat
sınırlı bir artış öngörmektedir: Özel ekonomi, bundan başka bir devlet
müdahalesiyle karşılaşmamalıdır. Monetaristlere göre maliye politikası,
üretimi ve istihdamı etkileyemez. Etkilese bile ancak olumsuz
etkileyebilir. Buna göre devlet harcamaları kısılmalı ve bütçe denge
halinde olmalıdır.
Keynes’çi ekonomistler, para politikasını maliye politikasının gerekli
bir tamamlayıcısı olarak görmüşlerdi. Ekspansiyonist maliye politikaları
sonucu ya da başka nedenlerle istihdam arttığı zaman, paranın işlem
görmesi için para talebinde meydana gelen artışı finanse etme gereği,
para arzının atırılmasına yol açmaktadır.
Keynes’çi çerçeve, para politikasının hangi şartlar altında etkin
olduğunu tespit etmek bakımından uygundur. Yatırımda bir artışı teşvik
edebilmek için, para miktarındaki bir artışın faiz oranını önemli ölçüde
düşürmesi gerekmektedir. Para miktarındaki bir artışın faiz oranı
üzerinde az ya da çok etki yapması, likidite tercihi eğrisinin şekline
bağlıdır. Keynes’e göre, belirli bir noktadan sonra, para miktarındaki
artışlar faiz oranı üzerinde fazla etkili olamayacaktır; çünkü, düşük
faiz oranlarında, para talebi çok esnek hale gelmektedir. Para miktarını
arttırarak faiz oranının düşürüldüğünü kabul etsek bile, bunun etkisi
yatırım talebi eğrisinin şekline bağlıdır. Bu eğrinin esnekliği yoksa,
yani eğri faiz oranlarındaki değişmelere tepki göstermiyorsa, para
politikasının yatırım ve istihdam üzerinde pek fazla bir etkisi
olmayacaktır. Diğer taraftan, yatırım talep eğrisi esnekse, faiz
oranlarında küçük değişmeler yatırımı büyük çapta arttırabilecektir.
Para politikasının etkisiyle artan yatırımın gelir üzerindeki etkileri,
yatırım çarpanının büyüklüğüne bağlı olacaktır.Keynes’çi ekonomi,
ekonominin her zaman tam istihdam durumunda olacağı görüşünden yola
çıkan geleneksel ekonominin, 1929’da başlayan Büyük Depresyon'u
açıklayamamasından kaynaklanan bir tepki olarak doğmuştur. Geride kalan
yıllar, Keynes’çi ekonominin, değişen ekonomik ve tarihi şartlar
karşısında geçerliliğini koruması için, yeniden gözden geçirilmesini
zorunlu kılmıştır.
|