Amerikan
Ekonomisinin İşleyişi
Her
ekonomik sistemde müteşebbisler ve
yöneticiler mal ve hizmet üretmek ve
dağıtmak amacıyla doğal kaynakları, emeği ve
teknolojiyi bir araya getirirler. Buna
karşın, anılan ögelerin düzenlenme ve
kullanılma yöntemleri aynı zamanda bir
ulusun politik ideallerini ve kültürünü de
yansıtır.
Çok kez Birleşik Devletler'de "kapitalist"
bir ekonomi bulunduğu söylenir. Bir Alman
ekonomist ve toplumsal kuramcı olan Karl
Marx tarafından XIX. Yüzyıl'da ortaya atılan
bu tanımlamaya göre, bu sistemde önemli
ekonomik kararların çoğunluğu, büyük
miktarda paraya ya da sermayeye sahip olan
küçük bir gurup tarafından alınır.
Marx, kapitalist
ekonomilerin politik sisteme daha fazla güç
tanıyan "sosyalist" düzenlerin karşıtı
olduğunu ileri sürmekteydi. Marx ve
yandaşlarının inancına göre, kapitalist
ekonomilerde güç zengin iş adamlarının
elinde toplanmakta ve onlar da temelde
karlarını en yüksek düzeye çıkarmaya
yönelmekte; buna karşın sosyalist
ekonomilerde, olasılıkla daha kapsamlı
hükümet kontrolü öne çıkarılmakta ve kardan
çok politik amaçlara önem verilmekte,
sözgelimi toplumun kaynaklarının daha eşit
bir biçimde dağıtılması hedef alınmaktadır.
Aşırı biçimde basite indirgenmiş olan bu iki
sistemin gerçeğe uyan ögeleri bulunmakla
birlikte, bunlar günümüzde daha az
geçerlidir. Eğer Marx'ın tanımladığı
katışıksız kapitalizm var idiyse bile artık
yok olmuştur; çünkü, Birleşik Devletler'de
ve pek çok diğer ülkede hükümetler güç
birikimlerini sınırlamak ve kontrolsuz özel
ticari çıkarların neden olduğu toplumsal
sorunların çoğuna çözüm getirmek amacıyla
ekonomilerine müdahalede bulunmuştur. Bu
yüzden, özel teşebbüsün yanı sıra hükümetin
de önemli bir rol oynadığı Amerikan
ekonomisini "karma" bir sistem olarak
tanımlamak daha doğru sayılabilir.
Amerikalılar çok kez serbest teşebbüse
yönelik inançları ile hükümet yönetimi
arasındaki sınırın nereden geçeceği
konusunda anlaşamazlarsa da geliştirdikleri
karma ekonomi büyük ölçüde başarılı
olmuştur.
ABD EKONOMİSİNİN TEMEL
ÖGELERİ
Bir ülke ekonomik sisteminin ilk ögesi onun
doğal kaynaklarıdır. Birleşik Devletler
zengin maden kaynaklarına, verimli tarım
arazisine ve ılımlı bir iklime sahiptir.
Bunlara ek olarak, Atlas Okyanusu'nda, Büyük
Okyanus'ta ve Meksika Körfezi'nde uzun
kıyıları vardır. Anakaradan kıyılara uzun
nehirler akmakta ve ABD-Kanada sınırında
bulunan beş büyük göl de (Büyük Göller)
ulaştırma için ek olanaklar sağlamaktadır.
Anılan yaygın su yolları hem yıllar boyunca
ülke ekonomisinin büyümesine yardım etti hem
de Amerika'daki 50 eyaleti tek bir ekonomik
birim olarak birbirine bağladı.
İkinci öge ise doğal kaynakları mala
dönüştüren emektir. Çalışabilecek işçi
sayısı ve daha da önemlisi onların
üretkenliği bir ekonominin sağlamlığının
belirlenmesinde yardımcı olur. Birleşik
Devletler'in tarihi boyunca işgücü giderek
büyüdü ve bu da neredeyse kesintisiz bir
ekonomik büyümeyi besledi. 1. Dünya
Savaşı'nın hemen sonrasına kadar işçilerin
çoğunluğu Avrupa'dan gelen göçmenlerle
onların çocukları ve ataları Amerika'ya köle
olarak getirilmiş bulunan
Afrikalı-Amerikalılardı. XX. Yüzyıl'ın
başlarında çok sayıda Asyalı Birleşik
Devletler'e göç etti ve sonraki yıllarda da
Latin Amerikalı göçmenler gelmeye başladı.
Birleşik Devletler'de işsizliğin yüksek
olduğu bazı dönemler yaşandı ve bazan
işgücünün yetersiz kaldığı günler geçtiyse
de göçmenler iş olanakların bol bulunduğu
zamanlarda gelme eğilimi gösterdiler. Çok
kez yerli işçilerden daha düşük ücretler
karşılığı çalışmaya hazır bulunmalarına
karşın genelde geldikleri ülkelerdekinden
çok daha fazla kazanıp refaha kavuştular.
Ülke de giderek zenginleşti ve böylelikle
daha fazla göçmeni kaldırabilecek düzeye
erişti.
Bir ülkenin ekonomik başarısı için emeğin
niteliği de -bireylerin ne kadar yoğun
çalışmaya razı ve ne kadar becerili
oldukları - en az işçi sayısı kadar
önemlidir. Birleşik Devletler'in ilk
günlerinde görülen sınır bölgeleri yaşantısı
çok yoğun çalışmayı gerektiriyordu ve
Protestan çalışma ahlakı olarak bilinen
nitelik de bu eğilimi güçlendirmişti. Teknik
eğitim ile meslek eğitimini de içeren
öğretime verilen önem ve denemeye ve
değişmeye yönelik istek Amerika'nın ekonomik
başarısına ayrıca katkıda bulundu.
İşgücünün hareketliliği de Amerikan
ekonomisinin değişen koşullara uyum sağlama
yeteneği açısından önemli oldu. Doğu
Kıyısı'ndaki iş piyasasını göçmenler
doldurunca önemli sayıda işçi çok kez
ülkenin iç kesimlerinde sürülmeyi bekleyen
çiftliklerde çalışmaya gitti. Aynı şekilde
XX. Yüzyıl'ın ilk yarısında, Kuzey'deki
endüstrileşmiş kentler de Güney
çiftliklerinde çalışan siyah Amerikalıları
çekti.
İşgücünün niteliği önemli bir konu olmayı
sürdürmektedir. Günümüzde Amerikalılar,
"insan sermayesi"nin pek çok modern ileri
teknoloji endüstrisinde başarı sağlamak için
bir anahtar olduğunu düşünmektedir. Bunun
sonucu olarak, hükümet ileri gelenleri ve iş
çevresi yetkilileri bilgisayar ve
telekomünikasyon gibi yeni endüstrilerin
gereksinim duyduğu türde kıvrak zekayı ve
uyum sağlamaya yatkın beceriyi işçilere
kazandıracak öğretim ve eğitimin önemini
vurgulamaktadır.
Bunlara karşın, doğal kaynaklar ve emek
ekonomik sistemin sadece bir kesimini
oluşturmaktadır. Bu kaynaklar elden
geldiğince etkin bir biçimde düzenlenmeli ve
yönlendirilmelidir. Amerikan ekonomisinde
piyasadan gelen verilere göre çalışan
yöneticiler bu işlevi yerine getirirler.
Amerika'daki geleneksel yönetim yapısını
yukarıdan aşağıya uzayan bir komuta zinciri
oluşturur; yetki, tüm işin düzenli ve etkin
bir biçimde yürümesini güvence altına alan
yönetim kurulu başkanından başlayıp
teşebbüsün çeşitli bölümlerinin eşgüdümünü
sağlamakla yükümlü olan daha aşağı düzeydeki
yönetim birimlerinden geçer ve fabrikadaki
usta başına kadar akar. Çok sayıda iş
çeşitli bölümler ve işçiler arasında
paylaştırılmıştır. XX. Yüzyıl'ın başlarında,
Amerika'daki bu uzmanlaşma ya da işbölümünün
sistematik çözümlemelere dayanan "bilimsel
yönetim"i yansıttığı söylenirdi.
Teşebbüslerin pek çoğu bu geleneksel yapı
içinde çalışmakla birlikte bazıları da
yönetim konusunda değişen görüşler
benimsedi. Giderek yoğunlaşan küresel
rekabetle karşılaşan Amerikan teşebbüsleri,
özellikle, kalifiye işçi çalıştıran ve hızla
gelişmek, değişmek ve hatta sipariş üzerine
mal üretmek zorunda kalan ileri teknoloji
endüstrilerinde daha esnek bir örgüt yapısı
oluşturmaya çalışmaktadır. Aşırı
hiyerarşinin ve işbölümünün yaratıcılığı
önlediği yolundaki inanış her geçen gün daha
yoğunlaşmaktadır. Bunun sonucu olarak da pek
çok şirket örgüt yapısını "yassıltmış",
yönetici sayısını azaltmış ve birkaç iş
dalında birden çalışan ekiplere daha fazla
yetki aktarmıştır.
Doğal olarak, yöneticilerin ve ekiplerin
birşeyler üretebilmek için bir teşebbüs
olarak örgütlenmeleri gereklidir. Birleşik
Devletler'de anonim şirketlerin, yeni bir
teşebbüse girişmek için gerekli parayı
toplamak ya da mevcut bir teşebbüsü büyütmek
konusunda etkili bir araç olduğu
kanıtlanmıştır. Anonim şirket, hisse senedi
sahibi diye bilinen bir gurubun gönüllü
olarak oluşturduğu, karmaşık kurallara ve
geleneklere göre yönetilen bir ekonomik
teşebbüstür.
Anonim şirketlerin mal ya da hizmet
üretebilmek için parasal kaynaklara
gereksinimi vardır. Gerekli sermayeyi
oluşturmak amacıyla genelde sigorta
şirketlerine, bankalara, emekli
sandıklarına, bireylere ve diğer
yatırımcılara hisse senedi (varlıklarından
pay) ya da bono (uzun vadeli borç) satarlar.
Özellikle bankalar gibi bazı kurumlar da
anonim şirketlere ve diğer teşebbüslere borç
verirler. Federal hükümet ve eyalet
hükümetleri bu finansman sisteminin
güvenliğini ve güvenilirliğini garantilemek
ve yatırımcıların sağlıklı karar
verebilmelerine yönelik serbest bilgi
akışını sağlamak amacıyla ayrıntılı kurallar
ve düzenlemeler geliştirmişlerdir.
Gayrı safi milli hasıla (GNP), belirli bir
yıl üretilen mal ve hizmet düzeyini
belirler. Birleşik Devletler'de GNP düzenli
bir biçimde artmış ve 1983'te 3,4 trilyon
doların üstündeyken 1998'de yaklaşık 8,5
trilyon dolar olmuştur. Bu veriler
ekonominin sağlığını ölçmeye yararsa da,
ulusun durumunu her açıdan ölçemez. Gayrı
safi milli hasıla bir ekonominin ürettiği
mal ve hizmetlerin piyasa değerini gösterir;
fakat, bir ulusun yaşam niteliğini ortaya
koyamaz. Sözgelimi, bireysel mutluluk ve
güvenlik, temiz bir çevre ve sağlık gibi
bazı önemli değişkenler tümüyle bu
göstergenin dışında kalır.
KARMA BİR EKONOMİ:
PİYASANIN ROLÜ
Birleşik Devletler'de bir karma ekonomi
olduğu söylenir; çünkü, hem bireysel
teşebbüsler hem de hükümet önemli rol oynar.
Gerçekten de Amerikan ekonomi tarihindeki en
kalıcı tartışmalardan bazıları özel sektörle
kamu sektörünün rolleri üzeride
odaklanmıştır.
Amerikan serbest teşebbüs sistemi bireysel
iş sahipliğini öne çıkarır. Ülkede mal ve
hizmetlerin en büyük kısmını özel teşebbüs
üretir ve toplam ekonomik üretimin üçte
ikisi özel kullanım amacıyla bireylere
giderken, üçte biri de hükümet ve iş
çevreleri tarafından satın alınır.
Tüketicinin rolü gerçekten o kadar büyüktür
ki zaman zaman ülkede bir "tüketici
ekonomisi" bulunduğu ileri sürülür.
Bireysel iş sahipliğine verilen bu önem
kısmen Amerikalıların kişisel özgürlüğe olan
inançlarından kaynaklanmaktadır. Ulus
yaratıldığından beri Amerikalılar aşırı
hükümet gücünden korkmuşlar ve hükümetin
bireyler üzerindeki yetkisini, ekonomik
alandaki rolünü de içermek üzere,
sınırlamaya çalışmışlardır. Buna ek olarak
Amerikalılar genelde, özel iş sahipliği
özelliği taşıyan bir ekonominin, hükümetin
iş sahibi olmasını öne çıkaran bir
ekonomiden daha etkin çalışacağına
inanmaktadırlar.
Neden? Amerikalıların inancına göre,
ekonomik güçlere müdahale edilmezse, mal ve
hizmetlerin fiyatını arz ve talep belirler.
Buna karşılık fiyatlar da, iş çevrelerinin
neler üretmesi gerektiğini belirler; eğer
halk bir malı ekonominin ürettiğinden daha
çok miktarda almak isterse o malın fiyatı
yükselir. Bu gelişme yeni şirketlerin ya da
diğerlerinin dikkatini çeker ve kar sağlama
fırsatı sezdikleri için o malı daha çok
üretmeye başlarlar.
Buna karşılık, eğer halk bir malı daha az
miktarda almak isterse fiyatlar düşer ve
rekabete dayanamayan üreticiler ya işlerine
son verir ya da başka mallar üretmeye
başlar. Bu gibi sistemlere piyasa ekonomisi
adı verilir. Bunun aksine sosyalist bir
ekonomi, hükümetin daha çok iş sahibi olması
ve merkezi planlama özelliği taşır.
Amerikalıların çoğunluğu, vergi gelirlerine
bağlı bulunan hükümetlerin fiyat
değişmelerine özel sektörün yaptığı kadar
önem vermeyeceklerini ya da piyasa
güçlerinin gerektirdiği disiplinin etkisini
duymayacaklarını düşündükleri için,
sosyalist ekonomilerin doğal olarak daha
verimsiz kalacağına inanırlar.
Buna karşın serbest teşebbüs de
sınırlamalarla karşı karşıyadır.
Amerikalılar, belirli hizmetlerin özel
sektöre oranla kamu tarafından daha iyi
sağlanacağına her zaman inanmışlardır.
Sözgelimi Birleşik Devletler'de hükümet,
yargının, çok sayıda özel okul ve eğitim
merkezi bulunmasına karşın öğretimin,
karayolu ağının, toplumsal istatistik
yayınlarının ve ulusal savunmanın
yönetilmesinden birinci derecede sorumludur.
Buna ek olarak, fiyat sisteminin iyi
yürümediği durumlarda hükümetin gerekli
düzeltmeleri yapmak amacıyla müdahalede
bulunması da istenir.
Sözgelimi "doğal tekelleri" düzen altına
alır ve piyasa güçlerini bastıracak ölçüde
kuvvetlenen diğer işletme guruplaşmalarını
denetlemek ya da dağıtmak için antitröst
yasaları uygular. Hükümet ayrıca piyasa
güçlerinin erişemeyeceği sorunlara da el
atar.
Özel yaşantılarında sorunlar olması ya da
ekonomideki dalgalanmalar nedeniyle işsiz
kalmaları yüzünden sıkıntıya düşen bireylere
sosyal yardım ya da işsizlik sigortası
olanakları sağlar; yaşlılara ve yoksullara
yapılan sağlık yardımlarının büyük kısmını
karşılar; hava ve su kirliliğinin
azaltılması amacıyla özel endüstriyi
denetler; doğal afetler yüzünden kayba
uğrayan bireylere düşük faizli borç verir.
Hükümet, bunların yanı sıra özel teşebbüsün
başa çıkamayacağı kadar masraflı olan uzay
araştırmalarında da baş rolü oynamıştır.
Bireyler, sadece tüketici olarak yaptıkları
seçimlerle değil, ekonomik politikayı
şekillendiren yetkililere verdikleri oylarla
da bu karma ekonominin yönlendirilmesine
yardım ederler. Tüketiciler geçtiğimiz
yıllarda, ürün güvenliğine, belirli
endüstriyel uygulamaların çevrede yarattığı
tehditlere ve vatandaşların karşılaşmaları
olasılığı bulunan belirli sağlık
tehlikelerine yönelik endişelerini dile
getirdiler; hükümet bunlara yanıt olarak
tüketicilerin çıkarlarını güvence altına
almak ve sosyal güvenliği geliştirmek
amacıyla daireler kurdu.
ABD başka değişimler de geçirdi. Nüfus ve
işgücü dramatik bir biçimde çiftliklerden
kentlere, tarlalardan fabrikalara ve, en
önemli olarak ta, hizmet endüstrilerine
yöneldi, Günümüz ekonomisinde bireysel
hizmet ve kamu hizmeti sağlayanların sayısı
tarımsal ve mamul mal üretenlerin sayısından
çok daha fazladır. İstatistiklere göre,
kendi işine sahip olanlar, son yüzyıl
boyunca ekonomi karmaşıklaştıkça büyük
ölçüde başkaları için çalışma eğilimine
girmişlerdir.
HÜKÜMETİN EKONOMİDEKİ
ROLÜ
Ekonomiye biçim veren kararların büyük
çoğunluğu tüketiciler ve üreticiler
tarafından alınmakla birlikte, hükümetin ABD
ekonomisi üzerinde en az dört alanda büyük
etkisi olmaktadır.
İstikrar ve Büyüme. Federal hükümet belki de
en başta, sürekli büyümeyi, yüksek istihdam
düzeyini ve fiyat dengesini sağlamaya
çalışarak ekonomik faaliyetin genel hızını
ayarlamaktadır. Harcama ve vergi oranlarını
düzenlemek (maliye politikası) ya da para
arzını yönetmek ve kredi kullanımını kontrol
etmek (para politikası) yoluyla ekonominin
büyüme hızını azaltıp çoğaltabilir ve
böylelikle de fiyat ve istihdam düzeyini
etkileyebilir.
1930'ların Büyük Bunalım'ını izleyen
yıllarda uzun zaman, ekonomik daralmalar,
yani yavaş ekonomik gelişme ve yüksek
işsizlik dönemleri, en büyük tehdit olarak
görüldü. Daralma tehlikesinin en ciddi
görüldüğü günlerde hükümet, kendisi büyük
ölçüde harcama yaparak ya da tüketicilerin
daha çok harcamalarını sağlamak amacıyla
vergileri azaltarak ve para arzının hızla
artmasını teşvik ederek ekonomiyi
güçlendirmeye çalıştı.
1970'lerde özellikle enerji alanındaki
fiyatların büyük ölçüde artması güçlü bir
enflasyon - fiyat düzeyinde genel yükselme -
korkusu yarattı. Bunun sonucunda hükümet
ileri gelenleri, ekonomik daralmayla
savaşacakları yerde enflasyonu sınırlamak
amacıyla harcamaları kısmaya, vergi
kesintilerine direnmeye ve para arzındaki
artışları sınırlamaya başladılar.
Ekonomide istikrar sağlamaya yönelik en iyi
önlemlerin neler olduğu konusundaki görüşler
1960'larla 1990'lar arasında önemli biçimde
değişti. Hükümet 1960'larda maliye
politikasına, yani ekonomiyi etkilemek için
hükümet gelirleriyle oynamaya büyük ölçüde
güveniyordu. Harcamalar ve vergiler Başkan
ve Kongre tarafından kontrol edildiği için,
seçimle göreve gelen bu yetkililer ekonomiyi
yönlendirmede büyük rol oynadılar.
Yüksek enflasyon, yaygın işsizlik ve muazzam
bütçe açıkları yaşanan bir dönem nedeniyle,
genel ekonomik faaliyetlerin hızını
düzenlemede maliye politikasının en iyi
yöntem olduğu yolundaki güven sarsıldı.
Bunun yerine, faiz oranları gibi araçlar
kullanarak ülkedeki para arzını kontrol
altında tutmaya yönelen para politikaları
giderek artan bir önem kazandı. Maliye
politikası, Başkandan ve Kongre'den büyük
ölçüde bağımsız olan ve Federal Rezerv
Kurulu adıyla tanınan merkez bankası
tarafından yönetilmektedir.
Düzenleme ve Kontrol. ABD federal hükümeti
özel teşebbüsü çeşitli biçimlerde düzenler.
Düzenleme de iki genel sınıfa ayrılır.
Ekonomik düzenlemeyle fiyatların doğrudan ya
da dolaylı olarak kontrolü amacı güdülür.
Hükümet geleneksel olarak, elektrik üretim
şirketleri gibi tekellerin makul oranlardan
fazla kar elde etmek için fiyatları
yükseltmelerini engellemeye çalışır.
Hükümet zaman zaman diğer endüstri
alanlarında da ekonomik kontrol
uygulamıştır. Büyük Bunalım'ı izleyen
yıllarda, hızla değişen arz ve talep
karşısında kontrolsüz biçimde dalgalanma
eğilimi gösteren tarımsal mal fiyatlarında
istikrar sağlayabilmek amacıyla karmaşık bir
yöntem oluşturuldu. Karayolu taşımacılığı
şirketleri ve daha sonraları da havayolları
gibi bazı teşebbüsler zararlı olacağını
düşündükleri fiyat indirimlerine gitmemek
için kendiliklerinden hükümet düzenlemesi
talebinde bulundular ve bunu elde ettiler.
Bir başka ekonomik düzenleme biçimi olan
antitröst yasalar uygulanarak da piyasa
güçlerinin sağlamlaştırılmasına ve
böylelikle doğrudan düzenleme yapmaya
gereksinim kalmamasına çalışılır. Hükümet ve
bazan da özel işletmeler, rekabeti gereksiz
biçimde sınırlayabilecek uygulamaları ya da
şirket birleşmelerini yasaklamak amacıyla
antitröst yasalara başvururlar.
Hükümet özel şirketleri halkın sağlığını
korumak ya da temiz ve sağlıklı bir çevre
sağlamak gibi toplumsal amaçlarla da kontrol
eder. Sözgelimi ABD Besin Maddeleri ve
İlaçlar İdaresi zararlı ilaçları yasaklar;
Mesleksel Tehlikeler ve Sağlık İdaresi
işçileri çalışırken karşılaşabilecekleri
bedensel zararlara karşı korur; Çevre Koruma
İdaresi de su ve hava kirliliğini kontrol
amacı güder.
Amerikalıların hükümet düzenlemeleri
karşısındaki tutumları XX. Yüzyıl'ın son
otuz yılı içinde büyük ölçüde değişti.
1970'lerin ilk yıllarında politika
yapıcıları, ekonomik düzenlemelerin etkin
olmayan şirketleri havayolu ve kara
taşımacılığı gibi endüstrilerden yararlanan
tüketiciler aleyhine koruduğundan gittikçe
daha fazla endişe duymaya başladılar. Aynı
zamanda teknolojik değişiklikler de daha
önceleri doğal tekel oldukları düşünülen
telekomünikasyon gibi endüstrilerde yeni
rakipler yarattı. Bu gelişmeler de
düzenlemeleri gevşetecek bir dizi yasa
çıkarılmasına yol açtı.
Her iki siyasal partinin liderleri 1970'ler,
1980'ler ve 1990'larda düzenlemelerde genel
bir yumuşamaya gidilmesini benimsedilerse
de, toplumsal amaçlar sağlamaya yönelik
düzenlemeler konusunda daha zayıf bir görüş
birliği vardı. Toplumsal amaçlı düzenlemeler
Büyük Bunalım'ı ve İkinci Dünya Savaşı'nı
izleyen yıllarda ve daha sonra da 1960'larda
1970'lerde giderek büyüyen bir önem
kazanmıştı.
Buna karşın 1980'lerde Ronald Reagan'ın
başkanlık yıllarında hükümet düzenlemelerin
serbest teşebbüsü engellediğini, işletme
maliyetlerini yükselttiğini ve böylelikle de
enflasyonu körüklediğini iddia ederek,
işçileri, tüketicileri ve çevreyi korumaya
yönelik düzenlemeleri yumuşattı. Yine de pek
çok Amerikalı belirli olaylar ya da
eğilimlere karşı yakınmayı sürdürdü ve
hükümet, çevre korunmasını da içeren bazı
alanlarda yeni düzenlemelere gitmek zorunda
kaldı.
Bu arada bazı vatandaşlar da seçimle göreve
gelen yetkililerin belirli sorunlara yeterli
çabukluk ya da güçle yönelmediklerini ileri
sürerek mahkemelere başvurdular. Sözgelimi
1990'larda bireyler ve giderek hükümetin
kendisi de sigara içmenin sağlığa karşı
tehlike oluşturduğu gerekçesiyle tütün
şirketleri aleyhine dava açtılar. Uzun
vadeli ödemeleri gerektiren büyük bir
parasal uzlaşma sonucu sigara içmeyle
ilişkili hastalıkların tedavi giderlerini
eyaletlerin karşılamasına olanak sağlandı.
Doğrudan Hizmet
Her düzeydeki hükümet pek çok doğrudan
hizmet sağlamaktadır [Ç.N.: ABD yönetim
sisteminde Federal Hükümetin altında Eyalet
Hükümetleri ve Yerel Hüküğmetler vardır].
Sözgelimi federal hükümet ulusal savunmadan
sorumludur; çok kez yeni ürünlerin
geliştirilmesine yol açan araştırmaları
destekler; uzay araştırmalarını yönetir;
işçilerin iş başında beceri sağlamalarını ve
iş bulmalarını kolaylaştırmak amacıyla
onlara yardımcı olur. Hükümet harcamalarının
yerel ve bölgesel ekonomiler ve hatta
ekonomik faaliyetlerin genel hızı üzerinde
önemli etkileri vardır.
Buna karşılık eyalet hükümetleri de pek çok
karayolunun yapımından ve bakımından
sorumludur. Eyalet, ilçe ya da kent
yönetimleri devlet okullarının finansmanında
ve işletilmesinde önde gelen bir rol
oynarlar. Yerel hükümetler polis ve itfaiye
çalışmalarının baş sorumlusudur. Federal
düzeyde alınan kararlar genelde en büyük
ekonomik etkiyi taşımakla birlikte yukarıda
anılan alanlardaki hükümet harcamaları da
yerel ve bölgesel ekonomiler üzerinde etkili
olur.
1997'de federal hükümetin, eyalet
hükümetlerinin ve yerel yönetimlerin toplam
harcamaları gayrı safi milli hasılanın
yaklaşık yüzde 18'ini oluşturmuştur.
Doğrudan Yardım
Hükümet bunların yanı sıra işletmelere ve
bireylere doğrudan çeşitli türde yardım da
yapar. Küçük işletmelere düşük faizli borç
verir ve teknik yardımda bulunur;
üniversitede okumak isteyen öğrencilere de
düşük faizli kredi açar. Hükümet destekli
teşebbüsler kredi kurumlarının elindeki
ipotek belgelerini satın alıp bunları
yatırımcılar tarafından alınıp satılabilecek
borç senetlerine dönüştürür ve böylelikle
konut kredisi verilmesini teşvik eder.
Hükümet ayrıca ihracatı da etkin biçimde
destekler ve yabancı ülkelerin ithalatı
sınırlayıcı ticaret engelleri getirmelerini
önlemeye çalışır.
Hükümet kendilerine yeterince bakamayan
bireylere de destek olur. İşverenlerden
alınan bir vergiyle finanse edilen Sosyal
Güvenlik programı Amerikalıların büyük bir
kesiminin emeklilik gelirlerini sağlar.
Medicare programı sayesinde yaşlıların pek
çok tedavi gideri karşılanır.
Mediacaid programı da düşük
gelirli ailelerin sağlık giderlerini finanse
eder. Çok eyalette hükümet ruh hastalarının
ya da önemli bedensel engelleri olan
bireylerin bakımı amacıyla kurumlar işletir.
Federal hükümet yoksul ailelerin besin
maddesi almalarına yardımcı olmak için
Yiyecek Pulları çıkarır; federal hükümet ve
eyalet hükümetleri çocuklu yoksul ailelere
destek amacıyla ortaklaşa sosyal yardım
bağışlarında bulunur.
Aralarında Sosyal Güvenlik de bulunan bu
programların pek çoğunun kökü, 1933-1945
yılları arasında görev yapmış olan Başkan
Franklin D. Doosevelt'in "Yeni Düzen"
programlarına kadar uzanır. Roosevelt'in
reformlarının anahtarı, yoksulluğa bireysel
ahlak bozukluklarının değil toplumsal ve
ekonomik nedenlerin yol açtığı inancıydı.
Anılan görüş, kökü New England
Püritenizmi'nde yatan genel inancı
reddediyordu; bu inanca göre, başarı
Tanrı'nın lutfunun, başarısızlıksa Tanrı'nın
hoşnutsuzluğunun simgesiydi. Bu yeni görüş
Amerikan toplumsal ve ekonomik düşüncesinde
önemli bir dönüşüm oluşturuyordu. Buna
karşın günümüzde bile, özellikle sosyal
yardıma ilişkin belirli sorunlarda yukarıda
anılan eski inançların izleri
görülebilmektedir.
Aralarında Medicare ve Medicaid'in de
bulunduğu, bireylere ve ailelere yönelik pek
çok yardım programına ise 1960'larda Başkan
Lyndon Johnson'un (1963-1969) "Yoksullukla
Savaş" günlerinde başlandı. Bahis konusu
programların bazıları 1990'larda parasal
güçlüklerle karşılaştı ve çeşitli reform
önerileri ortaya atıldıysa da Birleşik
Devletler'deki her iki büyük parti de onları
desteklemeyi sürdürdü. Buna karşılık
programların muhalifleri, işsiz ama sağlıklı
bireylere sosyal yardım yapmanın onlarda
sorunlara çözüm arama isteği yerine
bağımlılık yaratacağını iddia ettiler.
Başkan Bill Clinton (1993-2001) yönetiminde
1996'da onaylanan reform yasaları, sosyal
yardım alabilmek için bireylerin çalışmakta
olmaları koşulunu getirmekte ve yardım
sürelerine de sınırlamalar koymaktadır.
YOKSULLUK VE
EŞİTSİZLİK
Amerikalılar ekonomik sistemleriyle
gururlanırlar ve onun vatandaşların iyi bir
yaşam sağlamaları için fırsat yarattığına
inanırlar. Buna karşın, ülkenin pek çok
yöresinde yoksulluğun inatla sürmekte olduğu
gerçeği onların bu inancına gölge
düşürmektedir. Hükümetin yoksullukla savaş
çabaları belirli bir ilerleme sağladıysa da
sorunu ortadan kaldıramadı. Aynı şekilde,
güçlü bir ekonomik büyüme yaşanan dönemler
de yeni iş olanakları yarattı ve yoksulluğu
azalttı ama tümüyle yok edemedi.
Federal hükümet dört kişilik bir ailenin
temel geçimini sağlamak için gerekli asgari
bir gelir miktarı saptar. Bunun düzeyi hayat
pahalılığına ve ailenin yaşadığı bölgeye
bağlı olarak değişebilir. 1998'de yıllık
geliri 16.530 doların altında olan dört
kişilik bir aile yoksul sayılıyordu.
Yoksulluk sınırının altında yaşayan birey
oranı 1959'da yüzde 22,4 iken 1978'de yüzde
11,4'e düştü; ancak, ondan sonra çok dar bir
sınır içinde oynadı ve 1998'de yüzde 12,7
olarak gerçekleşti.
Kaldı ki toplam oranlar çok daha büyük
yoksulluk çekilen yerleşim birimlerini
gizlemektedir. 1998'de
Afrikalı-Amerikalıların dörtte birinden
fazlası (yüzde 26,1) yoksulluk içinde
yaşıyordu; bu oran huzursuzluk yaratacak
kadar yüksek olmakla birlikte tüm siyahların
yüzde 31'inin yoksul tanımına girdiği 1979'a
göre bir ilerleme sayıldı ve 1959'dan beri
en düşük yoksulluk oranını oluşturdu.
Özellikle evli olmayan annelerin bakmakla
yükümlü bulunduğu aileler yoksulluğa maruz
kalmaktadır. Kısmen bu gerçeğin sonucu
olarak 1997'de yaklaşık beş çocuktan biri
(yüzde 18,9) yoksuldu. Yoksulluk oranı
Afrikalı-Amerikalı çocuklar arasında yüzde
36,7 ve İspanyol kökenliler arasında da
yüzde 34,4'tü.
Bazı uzmanlar resmi istatistiklerin
yoksulluğu gerçek boyutlarından daha fazla
gibi gösterdiğini, çünkü sadece parasal
geliri hesaba katıp Besin Pulu, sağlık
yardımı ve sosyal konutlar gibi hükümet
yardımlarını göz ardı ettiğini ileri
sürmektedirler. Buna karşın diğer bazıları
da anılan programların bir ailenin tüm
beslenme ve sağlık gereksinimlerinin pek
azını karşılayabildiğini ve bir sosyal konut
açığı bulunduğunu iddia etmektedirler.
Bazılarına göre ise gelirleri yoksulluk
sınırının üzerinde olan belirli aileler bile
iskan, sağlık ve giyim gibi gereksinimlerini
karşılamak amacıyla beslenme giderlerini
kısmakta ve bu nedenle de açlık çekmektedir.
Yine bazı uzmanlar da yoksulluk düzeyindeki
bireylerin zaman zaman geçici işlerde ve
ekonominin "yer altı" sektöründe çalışıp
para kazandıklarını ve bunların da resmi
istatistiklere yansımadığını
söylemektedirler.
Ne olursa olsun, Amerikan ekonomik siteminin
kazanımları eşit dağıtmadığı açıktır.
Washington'da kurulu bir araştırma örgütü
olan Ekonomik Politika Enstitüsü'ne göre
1997'de Amerikan ailelerinin en zengin beşte
birinin geliri toplam ulusal gelirin yüzde
47,2'sini oluşturmaktaydı. Bunun aksine, en
yoksul beşte bir toplam ulusal gelirin
sadece yüzde 4,2'sini ve en yoksul yüzde 40
ta yüzde 14'ünü elde etmekteydi.
Amerikan ekonomisinin genelde gönençli
olmasına karşılık, eşitsizliğe yönelik
endişeler 1980'lerde ve 1990'larda da sürdü.
Küresel rekabetin giderek artması sonucu pek
çok geleneksel imalat endüstrisi işçisi
tehdit altında kaldı ve ücretleri
durağanlaştı. Aynı zamanda federal hükümet
de düşük gelirli aileleri daha varlıklı
olanlara karşı kollayan vergi
politikalarından uzaklaştı ve iyi durumda
bulunmayanlara yardım amacıyla yürütülen çok
sayıda toplumsal programın bütçelerini
kıstı. Bu arada daha varlıklı aileler de
hızla gelişen sermaye piyasasında sağlanan
kazancın pek çoğunu elde ettiler.
1990'ların sonlarına doğru özellikle daha
yoksul işçilerin gelirleri artmaya
başlayınca, yukarıda belirtilen durumun
tersine dönmeye başladığını gösteren
belirtiler ortaya çıktı. Yüzyılın sonuna
gelindiğinde yine de bu eğilimin sürüp
sürmeyeceğini belirlemek için henüz çok
erkendi.
HÜKÜMETİN BÜYÜMESİ
ABD Hükümeti Başkan Franklin Roosevelt
yönetiminden başlayarak büyük ölçüde büyüdü.
Roosevelt'in Yeni Düzeni'nde, Büyük
Bunalım'ın yarattığı işsizliğe ve
sıkıntılara son verme çabası nedeniyle pek
çok yeni federal program yaratıldı ve var
olanların çoğu da yaygınlaştırıldı. Birleşik
Devletler'in İkinci Dünya Savaşı sırasında
ve sonrasında dünyanın en önemli askeri gücü
olarak yükselmesi de hükümetin büyümesini
besledi.
Savaş sonrası dönemde kentsel ve banliyö
yerleşim bölgelerinin büyümesi de kamu
hizmetlerinin yayılmasına olanak sağladı.
Eğitim konusunda daha yaygın beklentilerin
başlaması hükümetin okullara ve
üniversitelere önemli yatırımlar yapmasına
yol açtı. Bilimsel ve teknolojik
ilerlemelere yönelik muazzam bir ulusal
baskı 1960'larda yeni kuruluşlar yarattı ve
uzay araştırmalarından sağlık konularına
kadar yayılan bir alanda büyük kamu
yatırımlarına girişilmesini gerektirdi. Çok
sayıda Amerikalının XX. Yüzyıl'ın başlarında
var olmayan sağlık ve emeklilik
programlarına gittikçe daha fazla bağımlı
duruma gelmeleri de federal harcamaları
büyük ölçüde arttırdı.
Pek çok Amerikalının Washington'daki federal
hükümetin kontrolsüz ölçüde şiştiğini
düşünmelerine karşın istihdam istatistikleri
bunun böyle olmadığını göstermektedir.
Hükümette çalışanların sayısı büyük ölçüde
artmışsa da bu daha çok eyaletlerde ve yerel
düzeyde olmuştur. 1960-1990 arasında eyalet
hükümetlerinde ve yerel yönetimlerde
çalışanların sayısı 6,4 milyondan 15,2
milyona yükselirken, federal hükümetteki
sivil görevli sayısı 2,4 milyondan sadece 3
milyona çıkmıştır.
Federal işgücü azaltmalar sonunda 1998'de
2,7 milyona düşmüş, fakat eyalet hükümetleri
ve yerel yönetimlerin çalıştırdığı görevli
sayısı 1998'de yaklaşık 16 milyon olmuş ve
anılan azaltma düzeyini çok aşmıştır.
(Birleşik Devletler'in Vietnam savaşıyla
uğraştığı sırada askerde olan Amerikalıların
sayısı 1968'de yaklaşık 3,6 milyona erişmiş
ve bu sayı 1998'de 1,4 milyona inmiştir.)
Hükümetin sağladığı yaygın hizmetlere
yönelik ödemelerin yapılabilmesi için
gittikçe artan vergi yükü, Amerikalıların
"büyük hükümet" karşısındaki genel
hoşnutsuzluğu ve kamu görevlisi
sendikalarının yoğunlaşan gücü nedeniyle
1970'lerde, 1980'lerde ve 1990'larda çok
sayıda politika yapıcısı, gerekli hizmetleri
sağlayacak en etkin kurumun hükümet olup
olmadığını sorgulamaya başladı. Hükümetin
belirli görevlerinin özel sektöre
devredilmesi yöntemini tanımlamak için
"özelleştirme" deyimi ortaya atıldı ve dünya
çapında hızla kabul gördü.
Birleşik Devletler'de özelleştirme özellikle
belediyelerde ve bölgesel düzeyde görüldü.
New York'da New York, California'da Los
Angeles, Pennsylvania'da Philadelphia,
Texas'da Dallas ve Arizona'da Phoenix gibi
büyük ABD kentlerinde, sokak lambalarının
onarımından katı atıkların toplanmasına ve
bilgi işlemden hapishanelerin yönetilmesine
kadar değişen ve önceleri doğrudan
belediyelerin kendilerinin yaptıkları pek
çok çalışma özel şirketlere ya da kar amacı
gütmeyen diğer kuruluşlara verilmeye
başlandı. Bu arada bazı federal kuruluşlar
da özel teşebbüs gibi çalışma yolunu seçti;
sözgelimi Birleşik Devletler Posta Servisi
faaliyetlerini yürütmek için genel vergilere
değil kendi gelir kaynaklarına başvurur.
Bunlara karşın kamu hizmetlerinin
özelleştirilmesi hala çok çelişkili bir konu
oluşturmaktadır. Yandaşları, özelleştirmenin
maliyeti düşürdüğü ve özel sektörün
üretkenliğini arttırdığı konusunda ısrar
ederken, diğerleri aksini savunmakta,
müteahhitlerin kar elde etmek istediklerini
ve pek de üretken olmadıklarını ileri
sürmektedirler.
Kamu sektöründeki sendikalar doğal olarak
özelleştirmelerin pek çoğuna hararetle karşı
çıkmakta ve müteahhitlerin ihaleyi kazanmak
için çok düşük teklif verdikten sonra
maliyeti önemli ölçüde arttırdıklarını
kanıtlayan belirli örnekler bulunduğunu
ileri sürmektedirler. Yandaşları ise,
özelleştirme rekabete yol açarsa etkinliğin
de artacağını savunmaktadırlar. Belirli
durumlarda özelleştirme tehdidi yerel
hükümet çalışanlarını daha etkin olmaya bile
teşvik edebilir.
Düzenlemelere, hükümet harcamalarına ve
sosyal yardım reformuna ilişkin
tartışmaların açıkça gösterdiği gibi
hükümetin ülke ekonomisindeki uygun rolü,
Birleşik Devletler'in bağımsızlığına
kavuşmasından 200 yıl sonra bile büyük bir
anlaşmazlık konusu olmayı sürdürmektedir.